8 Haziran 2012 Cuma

Yarının tenis şampiyonlarına sesleniş...



Sevgili Gençler,
Uzun soluklu bir okul dönemini daha, başarıyla tamamladınız.  Karne ve onur  belgeleriniz, anne ve babalarınıza sunduğunuz tam bir armağan oldu adeta. Ben de sizi, bu anlamlı ve güzel gününüzde kutluyor, hak ettiğiniz yaz tatilini ailenizle birlikte neşe içinde geçirmenizi diliyorum.
Ancak sizlere seslenmemin esas nedeni,  dersleriniz kadar önemli bir alanda, kişiliğinizin ve özgüveninizin  oluşmasında çok etkili olan, tenisteki davranışlarınızla ilgili gözlemlerimi sizinle paylaşmak istememdir. Bu nedenle sizden, bana  5 dakika kadar kulak vermenizi rica ediyorum.
Sevgili Gençler,  doğanın  hiç bir şeyini  esirgemediği, çok güzel bir ortamda, harika bir spor yapıyorsunuz. Yanınızda, Bünyamin Hoca gibi az bulunur bir ağabeyiniz ile size her yerde destek olan özverili bir aileniz var ( yani sizler çok şanslı çocuklarsınız ).
Tenis öğrencileri ve takım oyuncuları olarak kendi aranızda, hem iyi hem de kötü günler için yaşanacak, kalıcı ve çok hoş arkadaşlıklar kurdunuz ( şanslı ve güçlü çocuklar oldunuz ).
Sporun doğal bir kazanımı olarak, kendinizle barışık olmayı ve maçta sadece size ait olan kortta hak ve adalet kavramını öğrendiniz. Hakemin yanlışlıkla size verdiği puanı, rakibinize iade ederek onun hakkını yemediniz. Böylece ne kadar  dürüst ve güzel bir sporcu olduğunuza önce kendinizi, sonra da çevrenizi inandırdınız ( sizin ve sevenlerinizin mutlu olmasını sağladınız ).

Maçlarda, tek başınıza ne yapılması gerektiğini düşünüp taktikler uyguladınız. Kendinizi geliştirip karar vermesini öğrendiniz ve bu sayede olgunlaştınız. Bazı zamanlarda, maçı kazanmaya yetmese de doğruları bulup uygulamaya çalıştınız. Diğer bir deyişle kendinizi daha bu yaşta hayata hazırladınız ( şanslı, güçlü  ve mutlu olmanın yanı sıra ne kadar da ayrıcalıklı biri olduğunuzun farkında mısınız ? ).
Kötü bir vuruşa sinirlenmenin ve  moral bozmanın maçı kaybetmek demek olduğunu öğrendiniz. Kaybettiğiniz zaman, sinir içinde yaşamınızı karartmadan, rakibinizi güler yüzle kutlayacak kadar  ”insan arkadaş”,  kazandığınız zaman da gereksiz yere havalara girmeyecek kadar “akıllı çocuk” oldunuz  ( siz, taşıdığınız bir çok nitelikten başka ne de sevimli bir  çocuksunuz böyle ).
İşte spor bu, tenis bu. Daha bu yaşta dürüst, akıllı ve sevilen bir kişi olmanız için bulunmaz bir fırsat. Sizi okul dönemine ve iş dünyasına yani,  hayata hazırlayan  bir fırsat. Belki de başka hiç bir yerde ve hiç bir zaman  karşınıza çıkmayacak bir fırsat. Gerisi size kalmış…
Hepinizin fıldır fıldır dönen gözlerini ve pespembe yanaklarını öpüyorum. Yaşam, sevgiyle ve umutla sizleri bekliyor. Yolunuz açık olsun…

Oktay Ağabeyiniz…

7 Haziran 2012 Perşembe

HAYLAZ SÖZCÜKLER


HAYLAZ  SÖZCÜKLER


Bazı sözcükleri,  fonetik açıdan çok çekici ve heyecan verici buluyorum.  Onlara taşıdıkları anlamların ötesinde değişik kimlikler yüklüyor,  roller yakıştırıyorum.  Zihnimde yarattığım bu yeni yaratıkların  ya da kavramların renklerine ve seslerine adeta ellerimle dokunuyor, onları somut biçimlere dönüştürüyorum…
Örneğin, “Şelale”… Adeta  bir müzik yapıtı,  zengin tınısı,  coşkulu teması ve de cresendo giden temposuyla bir senfoni… Tabii  baş roldeki “Ş” harfinin kulağa hoş gelen, o kıpır kıpır  dinamik karakterini de unutmuyorum…
Söz müzikten açılınca aklıma hemen “Andante” geliyor. Soylu, kendini beğenmiş ve erkeklerin başını döndüren bir kadın Andante. Kesinlikle esmer, kömür gözlü bir afet. Tanımın sıcaklığına rağmen  biraz mesafeli  ama,  çekici mi çekici.  Çünkü, hem soğuk hem  yakıcı. Diğer bir deyişle tam bir “femme  fatale”…
Ve işte son sözcüğüm, sözcüklerin en muhteşemi  “Zangoç”,  ihanetin ta kendisi.  İnsanın ağzı nasıl da doluyor zangoç  zangoç. Hem “z”, hem “g” hem de “ç”, hepsi bir arada aynı sözcükte, olacak iş değil…
Bence, hadi abartmayayım,  roman değil ama, kesinlikle bir öykü yazılmasını hak ediyor bu sözcük,  belki de diğer sözcüklerle ortak bir öykü :  “Andante’nin Zangocu”…
Sözün özü : Her şey hayal etmekle başlar…

2 Haziran 2012 Cumartesi

Parayı harcamanın büyüsü

Ana okulundan başlayarak, yıllar süren yıpratıcı bir öğrenim serüveni içinde yol alan küçüklerimize ve de gençlerimize, günün sonunda nasıl para kazanacaklarını öğretmeyi amaçlarız da, nedense para harcamanın gizli kodlarını, şifrelerini hep es geçeriz. Öğrenci kimliği taşıyan çocuklarımız,  ortalama  23 yaşına kadar, değişik dersler ve sınavlarla baş etmeğe çalışırken, aslında iç dünyalarında altan alta "Hayata Atılma = Para Kazanma"  formülünün harekete geçeceği ilk günün hayalini kurarlar... Amaç, para kazanmak ve daima daha fazla kazanmaktır. Öyle bir alışkanlık edinir ki gençler, başarıları nedeniyle yapılan ücret zammının veya aldıkları primin keyfi yalnızca bir-iki gün sürer ve hemen yeni beklentiler içine giriverirler. Böyle bir yaşam tarzı, tam da liberalizmin bugünlerdeki amorf  hali olan vahşi kapitalizme çok uygundur ( Kazanacaksın ve harcayacaksın, ne şekile kazanırsan kazan, nereye harcarsan harca, yalnızca elindekini değil, yarınki gelirini de harca, düşünme, sadece düşle ). Sonuçta,  akıl dışı hayallerin itici gücüyle kendini baş rol oyuncusu sanan kişi de, kaçınılmaz bir biçimde bu oyunun piyonu olmuştur...

Para kazanmanın büyüsü, nasıl da ruhumuzu esir alıyor. Oysa, yaşamda aslolan, en az kazanmasını öğrenmek kadar ( hatta daha da fazla ),  parayı nasıl, nereye ve ne zaman harcayacağımızı da bilmektir. İnsanın görgüsü ve kültürü kazandığı paranın ederinde değil, o parayı nasıl kullandığındadır. Çocukken önemsenmediği için öğretilmeyen kavramlar sonradan büyük maliyetlerle ve zaman kayıplarıyla kapımızı çalıyor. Paranın araç olduğunu bile anlatamıyoruz insanımıza. Estetiği, kültürü, görgüyü devamlı gözardı ediyor ve ettiriyoruz. İnsan denen mucizeyi, yaşamın,  mucizenin tam da kendisi olduğunu ıskalıyarak, çocuklarımıza öğretemeden, parayı harcar gibi insan ömrünü de harcıyoruz. Kültürsüz, zevkten yoksun, kaba bir yaşam biçimini giysi gibi biçiyoruz gençlerimize...


Sevgiyle kalın, hoşça kalın...
Oktay Ormancıoğlu